Çok okuyan mı bilir, Çok gezen mi?


1970’li yıllar, ortaokul sıralarında öğrencilik zamanları. Türkçe öğretmenimiz, tartışma konuları belirleyerek bizleri 4’erli guruplara ayırdı. Bizim gurubumuza tartışma konusu olaraksa

- Size, ‘Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi bilir.’ konusunu veriyorum. Sen ve arkadaşın ‘çok gezen bilir’ i savunacaksınız, diğer iki arkadaşınız ise ‘çok okuyan bilir’ i savunacak, sonucu sınıf arkadaşlarınızın oyları belirleyecek, dedi.

O zamana kadar, Gezmek ve Okumak arasında hiç bağ kurmamış çocuk aklımla, başlamıştım düşünmeye. Gezenler, kitap okumayanlar mıydı? Okuyanlar, gezemez miydi? Okumak ve gezmek birbirine zıt şeyler mi, yoksa birbiri arasında bir bağ var mıydı? Okursam her şeyi bilir ama gezersem cahil mi kalırdım? Gezmek ifadesiyle burada kötü bir şeyi mi kastediyordu? Böyle ise zaten baştan yenilmiştik tartışmada.

Öğretmen bilerek böyle bir şey yapmaz herhalde diyerek, arkadaşımla hazırlanmaya başladık. ‘Evet, kitap okuyarak çok şey öğrenilebilir ama kitap yazabilmek için görmek ve konuşmak gerekir. Görebilmek ve konuşabilmek içinse gezmek gerekir. Öyle olmasa kitaplara resimler neden konuyordu?’ Bu temele oturtacaktık savımızı. (Görsel hafıza teriminin ve görerek öğrenmenin öneminden habersiz tabi ki)

Ve o gün geldi, heyecanla sınıfın önüne çıktık. Tartışma başladı, her iki tarafta tezlerini ısrarlı bir biçimde savundu. Sonuç mu? Tabi ki biz oylamada kaybettik. Karşı taraf bilginin kaynağının kitaplar olduğunu, gezmenin ise aylaklık olduğu tezini ortaya koydu, öğretmenimizin de çaktırmadan yaptığı destekle açık ara kazandılar. Bense gezmek, yaşamaktır diye düşünüyordum hala içimden.

Haksızlığa uğradığımızı düşünmekten kendimi alamazken anladım ki öğretmen, bizlere okumanın önemini kavratmaya çalışıyordu. Dönemin koşulları gereği öğretmen haklıydı aslında. Zorda olsa ulaşılabilen kitaplar bizlerin hem hayal dünyamızı zenginleştiriyor, hem de bilgilenmemizi sağlıyordu ve görsel araçlar son derece yetersizdi. Ayrıca, ne okul turları vardı, nede kültür turları kavramı geniş kitlelerce biliniyordu. Turizmin hem ekonomik hem de kültürel önemi, ancak 80’li yıllarda kamuoyu önünde tartışılmaya başlanacaktı.

İnsan ömrü, anlayabilene hiç de garip gelmeyen birçok tesadüflerle doludur. Yukarıda anlattığım olayın üzerinden yıllar geçti ve ben Hacettepe Üniversitesi Turizm Otelcilik bölümünü kazanarak bir turizmci olarak buldum kendimi. Çocuk aklımla gezmek yaşamaktır derken, belki de bir duaydı içimden dökülen. Sanırım bu yüzden mesleğim bana, dünyanın birçok güzel şehrini ve Anadolu’nun neredeyse tamamını gezme fırsatını sundu. Bu sayede çok güzel insanlarla tanıştım, onlarca anı ve hikayelere şahit oldu kulağım. Anadolu’nun muhteşem mutfağının lezzetlerini tattım, tarihsel, kültürel yer altı ve yer üstü zenginliklerini gördüm, yöresel el sanatlarını yapılırken izledim, muhteşem ormanları ve endemik doğasına, masmavi denizlerine dokundum.

Çoktan unutmuş olduğum bu çocukluk anım, son günlerde yeniden beliriverdi gözlerimin önüne. Önce, bilmeden istemiş olduğum dileğimi kabul edene, şükranlarımı sundum. Hadi bakalım dedim beni okumak mı, gezmek mi var etti bu meslekte?

Yaklaşık 30 yıl, işimin en iyisi olabilmek adına okumak ve araştırmakla, aynı zamanda misafirlerimize en iyi hizmeti verebilmek için önceden bölgeye gidip görmek, konuşmak ve gezmekle geçti.

Ne yaman bir çelişkidir değil mi? Ben hala çözemedim, siz söyleyin lütfen. Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?


Turizmci&Yazar

Tanju GÜN kaleminden...